28 Haziran 2011 Salı

Tembel Teneke 2

Yazmak meğerse bir disiplin işiymiş. İnsan safsatınca, ya da gazını çıkartınca yeniden sancılanmak için disiplin gerekiyormuş.
=)
Disiplinsiz bir insan olduğumdan değil ama, zaman çok hızlı geçtiğinden! =p Bahaneler kraliçesi Şangay'da!

Ne yazsam diye düşünmeye başlayıp, ekrana boş boş bakarak geçirdiğim 2-3 dakikanın sonunda, aklıma başlayıp, yarım bıraktığım notlar geldi. Şimdi bir onlara bakayım, çok mu yitirmişler güncelliklerini.
Taa 11 Ocak'ta şöyle yazmışım:

Şangay’a yerleştiğimiz ilk günlerde, mahalledeki halk pazarını yani sebze, mevye, et, süt, balık, kuruyemiş ve her tür yiyecek malzemesini, hatta plastik kaplar, piriç pişiriciler, güveçler, battaniyeler, kışın elektrik sobası, yazın da vantilatör bile alabileceğiniz bir dükkanın da içinde bulunduğu iki katlı, her daim iğrenç kokan yeri ziyaret ettiğimde sevinçliydim. Tanıdık sebzeler vardı, tanımadıklar da. Taze görünüyorlardı, ucuz da...
Zaman geçtikçe halk pazarı adını taktığım bu mekana girdikçe içime çöreklenen rahatsızlık arttı. Artık giremiyorum. Kokusu ve görüntüsü, zaman içinde öğrendiklerimle de dayanılmaz oldu.
Çin’de gazete okumak demek her gün kimyasal bir atraksiyon haberi okumak demek. Ya Anhui eyaletindeki bir pil fabrikasından sızıntı olmuş, 200 çocuğu hasta etmiştir, ya da boya fabrikasında çalışan 65 işçi hastaneye kaldırılmıştır. Ya da bir yetkili Çin'deki süt endüstrisinin dünyadaki en düşük kaliteye sahip endüstri olduğunu söylemiştir. Bu sabah da (11 Ocak 2011) da sağlık şartlarına uygun olmayan malzemelerle dekore edilmiş (boyanmış, duvar kağıdı yapıştırılmış, vs) evlerde yaşamanın özellikle çocuklarda lösemi ihtimalini arttırdığına dair bir haber okudum.
Yıllar önce patlayan melaminli süt (tozu) faciasını duymuşsunuzdur. Buna benzer olaylar ne yazık ki devam etmekte. Bazı yabancı aileler paranoya içinde sadece organik ürünler tüketiyorlar ya da aldıkları sebzeleri sebzeliği kalmayıncaya kadar başka kimyasallar içinde bekletip, yıkayıp vs tüketiyorlar.
Burada yaşamak ve bir şeylerin farkında olmak!!! Zaman zaman paranoya statüsüne ulaşma potansiyeline gerçekten. Şahsen o kadar abartmak istemiyorum, serde Türklük de var ama evde de küçük bir kuzu var. İkisinin ortasını bulmaya ve daha çok güvenli sahada kalmaya çalışıyorum. Genelgeçer düsturum: artık dünyanın her yeri böyle, mümkün olduğunca güvenlisini bul, kafayı çok bozma bu işlerle...
Yine de alttan alta beni rahatsız eden bu düşüncelere ek olarak tenceresinden kepçesine, ölçü bardağından tereyağına, acısından tuzuna, şekerinden kabartma tozuna, sütünden soğanına insanın kullandığı bütün ürünler (ama hepsi) değişince, uzun süre pişirdiklerim pek tatsız oldu. Zaten yemek yapmaktan zevk alan ve çeşitlemelerden hoşlanan bir tip değilim, evde her daim ilgi talep eden bir ufaklık da olunca, adaptasyon sıkıntıları da üstüne binince.... ilk aylarda hepimiz epeyce kilo kaybettik.
Böyle yazmışım. Şimdi verdiğimiz kiloları yerine koyduk. Artık neyi nereden güvenli şekilde alacağımızı öğrendik. Organize olduk, benim de pişirdiklerim eski tadına kavuştu. Eh şaka maka Temmuz 11'de gelişimizin ikinci yılı bitiyor. İlk yıl 10 yıl kadar ağırdı. Ama ikinci yıl çok çabuk geçti. Alışamadığımız ve asla alışamayacağımızı düşündüğümüz çok şey var burada ama artık hayat yoluna ve ritmine kavuştu. Daha sık yazmak istiyorum. Bakalım....

22 Mart 2011 Salı

Tembel Teneke

Bir başladık, pir başladık falan derken, araya bir Hong Kong dalgası, üstüne İstanbul, Frankfurt, Berlin, İstanbul, jet lag, Türkiye'de blogspot yasaklandı, haydi okula, blogspot açıldı, Japonya'daki felaketler, Çinliler vpn'i de engelledi...
Zaman zaten hızlı, ne Çin'deki enflasyonu, ne radyasyondan korunma amaçlı tuz talanını ne de bizim sokaktaki dükkanların son durumunu yazmaya elim varmadı.
Heralde uzun zamandır radyo programım için metin yazmaktan başka birşey yazmadığım için olsa gerek, alışkanlık ve de akışkanlık kazanmak, o çarka girmek kolay olmuyor. Üzerinden atıyor beni valla!

Üç haftalık yolculuktan döndükten sonra Şangay'da gördüğümüz en büyük değişiklik taksi ücretleri hariç, pekçok şeyin fiyatının artmış olmasıydı. Eşim en ciddi ifadesini takınıp, "enflasyon ciddi bir sorun olmaya başladı artık Çin'de" diyerek yorumda bulundu. Hükümet sansürlü İngilizce yayınlardan ekonomi haberi okuyasım yok, gerçi okusam da anlamıyorum. Dolayısıyla bu konuyla ilgili sizi fazla bilgilendiremeyeceğim. Ama özet şudur Çin'deki enflasyon ev kiralarından soğanın kilo fiyatına kadar herşeye yansımış durumda.

Daldan Dala Çin'den Sesler Programı'nın bu bölümünde ben yaptım oldu diyerek konuyu şuraya bağlıyorum; Şangay'da ithal yiyecek içecek satan marketlerin (carrefour ve metro gibi en büyük olanlar da dahil olmak üzere) garip bir mal sirkülasyonu var. Bazı ürünler bir kayboluyor, (örneğin Çin'de satılan iki Türk markasından birisi olan Tariş zeytinyağı, diğeri de Dimes) iki ay yok satıyor. Sonra üç ay var, bir ay yine yok. Konuyu uzmanı olduğunu söylediği için dış ticaretçi eşime soracak oluyorum, dış ticaret politikamıza ve yürütücülerine ettiği küfürler nedeniyle bin pişman şekilde kaderime razı oluyorum.

Dünyanın her yerinden gelen envayi çeşit yiyecek içecek markası içinde sadece iki Türk markası olması gerçekten hayal kırıklığı. Yunanistan Çin'e Türkiye'den daha uzak ama beyaz peynirden baklava!!!ya, dondurulmuş börekten, zeytine ve tahin'e kadar o kadar çok Yunan ürünü var ki raflarda.
Yunanistan rakibimiz tribiyle falan yazmıyorum bunu yanlış anlaşılmasın, tam aksine neredeyse ortak mutfak kültürünü paylaştığımız için yazıyorum. Onlar Çin pazarında kendilerine pay kapabiliyorlarsa biz neden kapamıyoruz diye üzüldüğüm için yazıyorum. Ama ben üzülmüşüm ne fayda?!

Geçen yıl 23 Nisan'daki çocuk şenliğinin tadı damağımızda kalmıştı. İki kişilik horon ekibinden, beş kişilik çocuk korosuna, sekizi kız, birisi erkek folklor ekibinden, kısırına, köftesine, balonundan palyaçosuna sıcacık ve güneşli bir Şangay gününün tadını çıkartmıştık çimenler üzerinde. Bu yıl da Şangay'daki Türk Hanımlar Elektronik Posta Grubu'ndan (adı nedense ladies shanghai) koro çalışmasıyla ilgili duyuru gelince, hemen atılıp "bizim cimcime pek şantözdür, biz de katılırız" demiştim. İlk çalışma geçtiğimiz Cumartesi günüydü. Ama bizim minik şantözü götürmek mümkün olmadı. Anlayacağınız bu sene de çimenlerin üzerinde olacağız 23 Nisan'da. Olsun, öyle iyi geliyor ki yüreğim kabara kabara, gözlerimde yaşlarla 10.yıl marşı söylemek Şangay'da bağıra çığıra.

18 Mart'ta Dur Yolcu şiirini facebook'ta not olarak ekledikten birkaç saat sonra, Çin yetkilileri tarafından, seddin etrafından dolaşmamızı sağlayan vpn hizmeti de engellendi. Üç gündür çalışıyorlardı duvarda başka bir delik açmak için. Neyse ki bugün itibariyle bir çözüm bulmuşlar, yine uçurdular bizi seddin üzerinden sağolsunlar. Ben de bu gazla, hapisten yazanların ruh halini de düşünerek her iki sayfaya da birer blog yazmaya karar verdim. Çin burası, ne zaman seddin içindeyiz ne zaman dışında belli olmuyor.

Sahi Çin'de de bizdeki "burası Türkiye abicim" geyiğinin aynısı var, biliyor musunuz? Ne zaman bir yabancı, herhangi bir konuda eleştiri yapsa, hemen yapıştırıyorlar "burası Çin". Zaten giderek alıştığımdan mıdır, yoksa yaşadıkça iki ülkenin geri kalmışlığı ve bağnazlığı arasındaki benzerlik netlik kazandığından mıdır, milletin gözü çekik olmasa yurtdışında yaşadığımı hissetmeyeceğim.

Japonya'daki felaketler zincirinde ölenlere rahmet, sağ kalanlara güç, Fukushima'da reaktörü tamir etmeye çalışan kahramanlara başarı ve ülkemin en güzel sahillerinde nükleer santral yapmayı planlayan kafalara da akıl ve izan diliyorum.
Bir ara ciddi biçimde telaşlandım rüzgarlara, haberlere, uçak rezevasyonlarına dadandım ama bugün itibariyle toparlanıyor gibi görünüyor soğutma çabaları. Umuyorum daha büyümeden bu felaket, artık yaralar sarılmaya başlanır. Doğanın gücü karşısındaki çaresizliğimiz ve kendi ellerimizle yarattığımız felaketler bu kadar göz önündeyken, hala savaşlar, zülum, yıkım, kirli oyunlar, yalanlar... ne yapılabilir hiç bilemiyorum.

Tembel Teneke'den bugünlük bu kadar olsun. Yarına allah kerim.

24 Şubat 2011 Perşembe

Radyo 3 Solmasın İmza Kampanyası

Bir dinleyicinin gönlüyle giriştiği imza kampanyasına destek veriniz.

http://radyo3solmasin.blogspot.com/

Radyo Yayınları Radyodan Dinlenir (Gaye Çağlayan)

“Radyo, tek başınayken bana arkadaş oluyor"
“Radyoyu her yerde kolayca dinleyebiliyorum"
“Radyo dinlemek bilgi ve birikimimi artırıyor"

Her dönemin, her kültürün çok sesli müzik ve eğitici müzik programlarına yer veren Türkiye’nin bir numaralı radyo kanalı TRT Radyo 3 son birkaç aydır Türkiye’nin çoğu yerinden ‘dinlenemiyor’. Aslında Radyo 3 dinleyicileri için bu sorun uzun zamandır gündemdeydi; yayını sağlıklı duyamayan dinleyiciler çaresizce internet, yayınına yönlendirildi. Ama son aylarda Radyo 3’ün ‘dinlenememe sorunu’ katlanılmaz boyutlara ulaştı. Yıllardır dinleyicisinin derin bir bağ kurduğu radyo istasyonuyla ilgili fikir, düşünce ve duygularını göz ardı eden TRT yönetimi gün geçtikçe Türkiye’nin birçok bölgesini ‘Radyo 3’ü dinleyemeyenler’ kervanına kattı, yeni vericiler kurmak yerine mevcut olan Radyo 3 vericilerini  kapatmayı tercih etti.
TRT yönetiminin, ‘nasıl olsa dinleyeni az’ diye düşünmekten vazgeçip, Radyo 3’ün kanayan yarasına bir an önce el atması gerekiyor. Bundan 36 sene önce yayın hayatına merhaba diyen TRT  Radyo 3’ün, popüler kanallara kıyasla sayıca belki az ama son derece sadık ve bilinçli, bir dinleyici kitlesine sahip olduğu unutulmamalı. Üstelik, bu dinleyici kitlesi Radyo 3’ün içeriğine duyduğu güveni her fırsatta dile getirir, zira radyo istasyonlarının güvenirliği yayıncılık açısından çok önemlidir. İşte bu yüzden TRT Radyo 3 ,dinleyicinin sadece hoparlörden duyduğu ses değil, çok sesli müzik ve eğitici müzik programlarıyla müzikseverin güven duyduğu bir numaralı  radyo kanalıdır, bir “müzik kutusu” değildir. Radyo 3 gücünü hayal gücüne dayalı nitelikli müzik programlarından, yapımcılarından ve dinleyicisinden alır.

Her  müzikseverden radyosunu sadece internet üzerinden dinlemesini bekleyemeyiz. Radyo yayınları radyodan dinlenir ancak evimizden çıktığımız zaman farklı cihazlara yönelir, bir cep telefonu, ya da araç radyosuna ihtiyaç duyarız. Bu da çözüm değil, çünkü radyo yayını merkezler de temiz çıkmasına rağmen şehirden uzaklaştıkça zor dinlenmekte, cep telefonlarının radyoları dinlenmemektedir. Geleneksel olarak radyo yayınlarını radyodan dinleyenlerin oranı her zaman fazladır. TRT herkesin bir uydu sistemi olduğunu mu düşünüyor? Sonuçta radyo severler uydu ve TV yayını yüzünden radyo dinlemeyi ihmal mi edecek? TRT bu yüzden mi radyo yayınlarını gözden çıkarıyor? Yayınlar bir elin parmakları kadar insan tarafından dinlense bile sürmelidir. Radyo her yerde dinlenebilmeli evde, yolda, işte, mümkün olan her yerde. Radyo yayınlarının pabucunun dama atıldığını düşünen TRT yönetimine “çok acil çözüm“  düşüyor.
Keşke herkes bir gün Radyo 3 dinlese...

Tepkilerinizi aktifhat@trt.net.tr adresine yazınız.


Medyada Güvenin Adı "Radyo"
Tarih : 20 Şubat 2009 Cuma Kaynak : RTÜK
Bu haber 978 defa okunmuştur.

 Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından yapılan araştırma televizyonun güven konusunda kan kaybettiğini ve radyonun lider olduğunu ortaya koydu. En Büyük Güven Radyoya-
Araştırma sonuçlarının medyaya güvenin azaldığı sonucunu da ortaya koyduğunu belirten Akman, bunun da ilgi çekici bir sonuç olduğunu sözlerine ekledi. Kamuoyunun güvenini sağlayacak sonuçları ortaya koyan bir yeni yapılanmaya ihtiyaç bulunduğunu dile getiren Akman, konunun tüm taraflarının bir araya gelerek bunu sağlaması gerektiğini kaydetti.
Televizyonlarda yayınlanması istenmeyen program türleri sıralaması yüzde 63 ile kadın kuşak-izdivaç programları, yüzde 50.3 ile magazin programları ve yüzde 22.7 ile spor programları spor programları şeklinde olurken, araştırmada deneklerin yüzde 60.3'ünün reklamları gördüğünde kanalı değiştirdiği sonucuna ulaşıldı.
Araştırmaya katılan deneklerin iletişim araçlarına duyduğu güven düzeyi incelendiğinde yüzde 42.2 oranında televizyona, yüzde 45,7 Gazete/dergiye, yüzde 46,3 Bilgisayar/ internete, yüzde 47.1 oranında da radyoya güven duyulduğu görüldü.


TRT RADYO 3 TARİHÇESİ

1 Ocak 1975’teyse TRT2 ve TRT3 yayın hayatına merhaba der. Ankara, İstanbul ve İzmir’deki radyo stüdyolarının yanı sıra Antalya, Çukurova, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon bölge radyo stüdyolarında, bölgelere yönelik programlar yapar. TRT´nin kuruluşundan sonra yurt dışına yapılan yayınlarda 1975’te 250 kilovatlık verici hizmete girince dil sayısı artar, 1982 yılında Türkçe dahil yayın yapılan dil sayısı 15´e çıkarılır. Ankara Çakırlar'a değişik yıllarda kurulan yeni verici ve anten tesisleri ile 3 adet 250 kilovat ve 2 adet 500 kilovatlık verici ile kısa dalga yayınları yapılır.

Türk radyoculuğunun ilerleyen yıllarında FM verici sayısının artırılması kararı ile, TRT3 radyo postasıyla birlikte TRT1 ve TRT2 radyo postalarının da FM bandından yayın yapması planlanır. Uzun ve orta dalga vericileriyle birlikte FM bandında da yayın yapacak verici kurulması ile FM radyo yayınları yaygınlaştırılmaya başlar. 1987 yılında FM bandında TRT4 radyo postası Türk sanat ve halk müziği programlarını yayınlamak üzere sesini duyurur. 1990 yılında yurdumuza gelen turistlere hizmet vermek üzere Turizm Radyosu yayın hayatına merhaba der. Yurdun turistik bölgelerine kurulan FM vericilerle Antalya yayın merkezinden İngilizce ağırlıklı olmak üzere Fransızca ve Almanca, sonra Yunanca yayın başlar.

Uzun yıllar TRT, radyo yayıncılığını tekelinde tutar. Ancak dinleyiciler yurt dışındaki radyoları da alıcıları el verdikçe dinlerler. İngiltere’den, Almanya’dan, Irak’tan hatta Amerika’dan yayın yapan radyolar Türk dinleyicilerine ses verir. Ülkemizdeyse yalnız TRT radyoları vardır. Aslında yayın yapmaları anayasa gereği yasak olsa da, devletin kontrolünde yayın yapan Polis Radyosu ve Meteoroloji Radyosu adlı iki radyo daha kurulmuştur… Bu iki radyoya ilerleyen yıllarda üniversitelerin eğitim amaçlı kurdukları radyolar eklenir. Böylece radyo yayıncılığı çeşitlenmeye başlar.

1990’ların başında hem dünya da hem de Türkiye’de değişim rüzgarları esmektedir. Bu rüzgar iletişim dünyasında bir kasırgaya dönüşür. Teknolojik ilerlemeler birbirini izlerken, dünyada ulaşılamayan hiçbir yer kalmaz. 1927’de başlayan Türk radyoculuğu da yaşanan bu gelişmelerden etkilenir. Ülkenin dört bir yanında TRT radyolarıyla ilgisi olmayan, özel radyolar yayın hayatına merhaba der. Çünkü küçük bir verici, evin bodrum katına kurulan bir stüdyo radyo yayınını gerçekleştirmek için yeterlidir. Ancak radyocuların unuttuğu iki önemli nokta vardır. Birincisi Türkiye’de radyo yayına yapma hakkı sadece TRT’dedir. İkincisi ise bilinçsizce seçilen frekanslar hava ve deniz ulaşımını olumsuz etkilemektedir. Bu gerekçelerle 15 Nisan 1992’de tüm özel radyoların yayını durdurulur. Fakat dinleyici TRT dışındaki radyoların sesini duymuştur bir kez… “Radyomu istiyorum” sloganıyla arabaların antenlerine siyah kurdeleler bağlanır, halk tepki göstermektedir. Bu demokratik tepkiye dönemin başbakanı Tansu Çiller’in de katılmasıyla bir anayasa değişikliğine gidilir. Çok sancılı geçen iki yılın ardından 13 Nisan 1994’te 3984 sayılı kanunla özel radyo ve televizyonların nasıl kurulabileceği ve yayınlarında uymak zorunda oldukları kurallar belirlenir. Bugün Türkiye’nin dört bir yanından farklı frekanslarda 1000’in üzerinde yerel bölgesel ve ulusal kanal yayın yapıyor…

21 Şubat 2011 Pazartesi

Radyo 3'e Sahip Çıkma Vaktidir!

TRT Radyolarının batı müziği yayınlayan tek kanalı R-3’ün vericileri teker teker kapatılıyor. 2008’de Konya’da TRT Türkü’ye çevrilen vericiden sonra bu yıl da yeni açılan kanallar için gereken verici açığı, R 3 vericilerinin TRT Haber’e tahsis edilmesiyle kapatılmaya çalışılıyor. Önce Muğla’da, sonra Trabzon’da, geçen günlerde de, Sakarya ve Kocaeli’de R-3 dinleyicileri kanallarını dinleyemez oldular. 1975’te yayına başlayan, 36 yıldır aralıksız müzik yayını yapan, pek çok kişinin müziği öğrendiği, müzik zevkini edindiği ve tatmin ettiği R 3, yavaş yavaş ve farkettirilmeden yok edilmeye çalışılıyor.  Eğer bu duruma sesimizi çıkarmaz ve kabullenirsek, artık klasik müziğin, cazın, pop müziğin en güzel örneklerinin, ehil ellerde yapılmış programlarla dinleyiciye sunulduğu tek kanal olan R-3  artık olmayacak. Geçen yıl, her biri kendi alanında uzman olan dış yapımcıların gönderilmeye çalışılmasıyla başlayan R-3 üzerindeki baskı ve yok etme politikası, vericilerin teker teker kapatılmasıyla sürüyor. Anadolu’da yalnızca Türk müziğinin dinlendiğini zanneden ya da bunu arzu eden kafalar, batı müziği yayını yapan bir radyo kanalına ihtiyaç olmadığını düşünüyor. Oysa Anadolu’da da batı müziği dinleniyor. Batı müziği sevenlerin, sevdikleri müziği dinleme hakkının elinden alınamayacağına, Faruk Yener’in, İrkin Aktüze’nin, Aykut Sporel’in, Attila Dorsay’ın, Filiz Ali’nin, Hülya Tunçağ’ın, İzzet Öz’ün, Yavuz Aydar’ın, Sebla Özveren’in, Evin İlyasoğlu'nun ve daha nicelerinin program yaptığı kanal R-3’ün kapanmaması gerektiğine inanıyor ve bu yolda yapılan çalışmaları protesto ediyoruz.
Siz de edin!

TEL NUMARALARI:
TRT Ankara Genel Santral: 0312 463 43 43
TRT GENEL MÜDÜRÜ: İbrahim Şahin
TRT Verici İşletmeleri Daire Başkanı: Erol Büyükkaya
TRT Radyo Dairesi Başkanlığı: Başkan Vekili Halil Kılıç

23 Ocak 2011 Pazar

Hong Kong'daki 4 gün

Uzakdoğu maceramız burada başlasaymış, ilk yıl çok daha rahat geçermiş diye düşündüm Hong Kong'daki her köşebaşında.

İngilizler nasıl ve neden Hong Kong'u 100 yıldan uzun süre ellerinde tutmuşlar ve neden 1997'de yönetimi Çin'e bırakmışlar'ı okumaya henüz fırsat bulamadım. Ama uzakdoğunun bu kendine has köşesinde, Batı'nın el değmişliği buram buram.
Şangay'a oranla bana bir nebze daha tanıdık ya da sempatik gelmesinin bir başka nedeni tepelik arazi yapısı da olabilir. Meğer insanın aşinalığı ne önemli şeymiş diye düşündüm, kalan köşebaşlarında. Meğer Şangay amma düzmüş, tevekkeli adı Shanghai (deniz üzerinde) diye de ekledim düşüncelerime, köşe hımmm köşebaşlarında. Ama bu arada maalesef Hong Kong'un Çince adı bir türlü gelmedi aklıma. Eve gelince kitabımdan bakıp hatırladım: Xiānggǎng. Bilmiyorum anlamını. Köşebaşları da bitti zaten, küçümen bir ada Hong Kong görseniz.
Dere tepe özlemimizi gidermek için midir bilmiyorum, dört gün içinde iki tane tepeli atraksiyon gerçekleştirdik. İlki bizim Tünel'in yerüstü versiyonu olan tramvaya binmekti. Peak Tram diyorlar, 1888'de inşa edilmiş.

Yer yer oldukça dik açıyla (27 derecelik), ağaçların ve ev temellerinin dibinden geçerek Viktoria Peak'e yaptığımız 386 metrelik tırmanış çok keyifliydi. Özellikle Su çok heyecanlandı.
Eski zamanlarda, tramvay yapılmadan önceleri, Hong Kong'un yaz havası malum (30-35 derece ve %80-90'a varan nem), şehrin zenginleri, yayla havasına sahip bu tepedeki mutena evlerine tahteravanlarla çıkarlarmış.
Biz de dünyanın en eski ve en ünlü tramvayları arasında sayılan Peak Tram'le çıktık. Tepeye çıkar çıkmaz da 360 derecelik görüş açısına sahip terasta kendimizi kaybetmişçesine fotoğraf çektik. Hava pusluydu ama yine de güneşi görebildik. 
Yaptığımız ikinci 'tepeli' etkinlik bana çocukluğumu hatırlattı. Uzun yıllar sonra teleferiğe bindim. Ama bu sefer Uludağ'a değil, Lantau adasındaki (Hong Kong'un yeni havaalanının ve Disneyland'in de üzerinde olduğu büyük ada) Ngong Ping köyüne çıktım. Hem de altı da cam olan bir teleferik kabiniyle. Su başta biraz korktu ama sonra alıştı. Yaklaşık yarım saat süren bu keyifli teleferik yolculuğunda, bütün fotoğrafları Alpay çekti. Ben kucağımda Su'yla manzaranın tadını çıkarttım.

Yukarı çıkar çıkmaz oksijen çarpması mıdır nedir, Su uyuyakaldı ve puseti getirmediğimiz için, planladığımız gibi gezemedik. Burada Alpay'ın yaptığı bir espiriye uzun dakikalar boyunca güldüm ve sanırım bir süre daha aklıma geldikçe güleceğim. Su önce benim sırtımda, sonra Alpay'ın kucağında uyuduktan sonra, çaresiz bir kenara oturmak durumunda kaldık ve melül melül etrafı seyretmeye başladık. Benim de aklım 26 metrelik bronz Buda heykelinin yanına gitmekte tabii. Mevzu yok heykeli şöyle yapmışlardır, odur budur diye geyik seviyesinde dolaşırken, sevgili kocam çok ciddi şekilde: "acaba altından girip ağzından çıkılabiliyor mudur?" diye sordu. Buda heykeline doğru dönerek, ellerini kavuşturup gözlerini kapatan ve saygılarını sunan insanları seyrederken bir anda bu insanların hızlı çekimde heykelin altından girip ağzından çıkarak dışarıya el salladıklarını hayal edince.... ipler koptu, belki bu da oksijen fazlasıyla ilgili bir tür kafa haliydi bilemiyorum.
Bir kez de manzarayı aşağıya doğru seyredip, teleferik istasyonuna yakın bir alışveriş merkezinde hızlı ama enfes bir teppenyaki yedikten sonra otelden bavulları alıp havalanına gittik. Su aşağıya iner inmez uyandı ve normal haline döndü. Zaten bundan sonra oksijen ya da yüksek irtifa çarpması teorisini ortaya attım.

Birkaç kez daha gelmek üzere kararlaştırıp, uçağa atladığımız gibi eve döndük.
Hayır öyle olmadı... Babişko havaalanında bizden ayrılıp Tayvan'a gitti. Uçağımız kalkmadan yarım saat önce Su ateşlendi. Anne dönüş uçuşunda şarap içip müzik dinledi ve yazacaklarını hayal etti. Ama bu yazıyı ve fotoğrafları toparlaması,  Su'nun peşinden babanın da Tayvan'dan döner dönmez ateşlenip üç gün yatağa çakılmasıyla uzadı da uzadı... O yüzden artık daha fazla uzatmadan NOKTA.

20 Ocak 2011 Perşembe

hong kong izlenimleri az sonraaaa!!!

Döner dönmez aile boyu hastalanınca, yazmaya başladığım hong kong izlenimleri yarım kaldı ve iyileşmeyi bekliyor.
Gazete okurken karşıma çıkan bir haberi buraya yapıştırmak istedim.
Haberin başlığı: Şangay en yavaş internete sahip.
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=209960

Bu yavaşlığa bir de yasaklı siteler erişmek için kullandığımız vpn server'ın kulağını öbür taraftan dolaşarak göstermesi eklenince gerçekten de insanın saçları ağarıyor ekran karşısında...
Herkese iyi haftasonları.

14 Ocak 2011 Cuma

Çan Çin Çon'un Çin Dilinde Bir Anlamı Var Mı?

Bizim illerde Çin ya da Çince, nadiren de Çin tarzı hayat (belki bunu sadece ben kullanıyorumdur) manasında kullandığımız Çan Çin Çon üçlemesinin Çince'de ne anlama geldiğini, ya da bir anlamı olup olmadığını merak etmek hiç aklıma gelmemişti. Ta ki Ayşegül sorana kadar. Çince kursuna başladıktan bir süre sonra, “öğretmenine sorsana!” diyerek yazdığı mailin sonuna da şöyle ekleyip beni çok güldürmüştü: “sakın bam telleri olmasın!”
Bir süre, 'ya harbiden bam teliyse?' korkusuyla mıdır nedir, bunu Çince öğretmenime sormayı unuttum. Nihayet bir gün, öğretmenle aklımı (cesaretimi) yanyana denk getirip sordum. Veeee!!!
Elbette bu sayfayı yalnızca yaşadığım kötü iletişim tecrübelerini paylaşmak için açmadım. Ama kaçınılmaz olarak ilk iki yazı, iletişim sorunlarının etrafında şekillendi.
Burası verip veriştirme bölümü: Bence Çinliler o duvarı boşuna yapmışlar (durun bir dakika bakayım kaç yılmış? Google’da Çin Seddi’ne bakılır ve aktarılır: Çin kendini bildi bileli neredeyse hep savunmada, hep bir duvar çekme modunda ama asıl inşaat, M.Ö. 221 ile M.S. 608 yılları arasında yapılmış http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87in_Seddi) 829 yıl boyunca. Kültür farkından doğan anlaşmazlık yetmezmiş gibi araya bir de fiziki devasa bir duvar çekmek için uğraşmışlar. Farkında değiller zaten kapı duvar, her türlü.
Hay sormaz olaydım! Önce beni anlamadı ve yüzünde o ‘anlamamış tipik Çinli' ifadesiyle “ha?” dedi. “Bizim illerde böyle deriz ama niye öyle deriz bilmiyorum, acaba Çince'den mi geliyor, yoksa sadece dilin seslerini taklit eden bir benzetme-uydurma laf mı diye merak ediyorum” dedim. Bu sefer “Haaaa!!!!” dedi. Sonra, gereksiz tekrarlarla uzayan ve zorlu dolambaçlarda neredeyse çıkış noktasını kaybetmek üzere olduğumuz konuşmanın sonunda, anladım ki: çan çin çon Çin dilinde herhangi bir anlama gelmiyor! Ya da benim öğretmen beni anlamadı. Yani vallahi hala emin olamıyorum. Burada hiç emin olunmuyor.
Bu arada, olan biteni Ayşegül'e hala yazmadığım ve detayları anlatmadığım şimdi dank ediyor! Allahtan bu yazıyı okuyacak biliyorum. Ayşegül dostum yazmaya cesaretlenmemin gaz pedalıdır. Ve umuyorum bir gün o da, mektuplarından bildiğim tadına doyulmaz mizahi üslubuyla bu alemleri şenlendirecek. Anlaşılan ben onun kadar güçlü bir motivasyoncu değilim, ne yazık ki.
Sonuç ve özet bölümüne geldik dostlar. Kısa süreli ve sığ sularda yaptığım internet araştırmaları sonucu, az önce aktardığım Çin dili edebiyatı okumuş Çince öğretmenimden de öğrendiğimi sandığım! kadarıyla çan çin çon uydurma bir laf. İngiliz dilindeki (bizimkiyle benzer anlamda kullanıyorlar) versiyonu da chang ching chong.
Bu durumda bir teori üretmek vacip oldu.
长城 (chángchéng)'in meali uzun duvar. Yani Çin Seddi. Diyorum ki, bizimkiler akınlar zamanında seddin dibine gelip delik açmaya çalışırken yukarıda kızgın yağ dökmeye hazırlanan Çinliler “bre deyyuslar (vo bu şı ni da hao pengyou!) ne gelirsiniz bizim çangçeng’in dibine! alın size!” demişlerse, bu kulaktan kulağa, asırdan asıra çan çin çon’laşmıştır!!!
Kapatmadan önce ÇanÇinÇon*’u ziyaret ederek ilk yazımı okuyan ve yüreklendirici yorumlar yazan tüm dostlarıma pirinç dolusu, kucak dolusu sevgiler. Çok teşekkür ederim. 
* Aynı ismi taşıyan Türkçe bir blog daha var. Farklı bir üslup ama faydalı bilgiler var sanırım. http://cancincon.com/blog/

11 Ocak 2011 Salı

Şangay'da Bir İlk (Yeterince Sansasyonel Oldu Mu?)

Portre Çizmek
Zamanın birinde hiç resim siparişi alamayan bir ressam varmış. Birisi, karısıyla kendi resmini yapıp dükkanının duvarına asmasını önermiş. "Böylece insanlar resimlerini görür ve müşterin olurlar!" demiş.
Ressam önerildiği gibi resmi yapmış. Bir gün eşinin babası onları ziyarete gelmiş. Kapının önündeki resmi gördüğünde "Bu kadın kim?" diye sormuş.
Ressam "O sizin kızınız" demiş. Eşinin babası kızgın bir şekilde "Neden benim kızım bu yabancı adamın yanında oturuyor?" demiş. 
Kaynak: 中国历代笑话精选 – Eski Çin Hanedanlarından Seçilmiş Fıkralar
Çeviren: Nuray PAMUK

Çin'de yaşarken olay budur!
Her ne kadar Lost in Translation (2003) Japonya'da geçiyorsa da... Çin'de genellikle kendinizi içinde bulduğunuz atmosfer 10xLost in Translation'dır.
Yukarıdaki eski bir fıkra imiş. Ama gülmek ne mümkün?!
Kuvvetle muhtemel ki, bu fıkrayı dinleyen bir Çinli çok güler.

Söz konusu dil bilmek veya aynı dili konuşmak değil burada. Dünyaya aynı pencereden (insan gözü/pencere metaforu) bakmak ya da bakamamaktır.
Doğu'yla Batı, bir buçuk yılın sonunda kesinlikle ikna oldum ki, doğu ve batı kadar farklıdır. Biri ak der öbürü kara.
Bakalım burada biraz daha yaşadıkça, bugünkü çiçeği burnunda sayfaya ne aklar karalanacak, ne karalar aklanacak!
Haydi bismillah!

Böyle bitireyim dedim önce ama yazmaya doyamıyorum, heves içindeyim. Siz de Çin fıkralarına doyamadıysanız bir tane daha buyurunuz, ilk günün şerefine size kıyağım olsun, a dostlar!

Balığın Keyfi
Zhuang Cu ve yakın arkadaşı Hui Cu dere kenarında sohbet ediyorlarmış.
Zhuang Cu:"Parıldayan balıklar bak! Bu tarafa doğru yüzüyorlar, nasıl da eğleniyorlar, keyiflerine bak!" demiş.
"Sen balık değilsin ki!" demiş Hui Cu, "eğlendiklerini nasıl anladın?"
"Sen de Zhuang Cu değilsin!" diye cevaplamış Zhunag Cu.
"Benim bilemeyeceğimi nasıl bilebilirsin ki?"
"Ben Zhuang Cu değilim, bu da bilemeyeceğim demektir" demiş Hui Cu.
"Mantıken sen de balık değilsin, bu da senin bilemeyeceğini gösterir."
Bunun üzerine Zhuang Cu: "Bir daha başlayalım mı?" demiş ve devam etmiş: "Şimdi soruyu şöyle ele alalım: "Balıkların keyif aldıklarını nasıl anlayabiliriz? Söyleyeceklerimi kabul ediyorsan ve ben de burada duruyorsam daha başka nasıl bilmemi isteyebilirsin ki?" demiş.                                                                                        
Kaynak : Zhuang Cu/Chinese Fairy Tales and Fantasies/Moss Roberts

Çeviren : Afife Hellena Sözmen ERKAYA

Birşey söyleyeyim mi? Zhuang Cu ve Hui Cu sabaha kadar konuşmuşlardır. Dört farklı tonda söylendiğinde, bambaşka anlamlar taşıyan heceleri vurgulamak zorunluluğuyla, kavga eder gibi yaptıkları konuşmayı, sabırla, hatta tek kelime anlamadan dinlersiniz ve sorarsınız: “Eee ne oldu, ne konuştunuz? Cevapları kalıbımı basarım toplam iki kelime olacaktır: “Balıklar eğlenmiyormuş.”

Şangay'da konuştuğum bütün yabancılar aynı dertten muzdarip. Çinliler çok sıradan durumlarda bile birbirleriyle çok uzun konuşuyorlar ama genelde anlaşamıyorlar. Eğer tercüme edilme zorunluluğu varsa size düşen, konuşmanın uzunluğuyla ve curcunasıyla ters orantılı, iki üç kelime oluyor.

Uzun süredir, hatta buraya gelmeden planladığım blog yazma işine nihayet başlamış olmaktan dolayı çok huzurluyum. İnsanın kafasındaki birşeyi yapabilmesi enfes birşey. Bunu uzun süre ertelemesi ise bir o kadar huzursuzluk verici.
Nihayet başladım, paldır küldür oldu, öyle uzuuuun zamandır planlanmış gibi durmuyor farkındayım ama pek de umrumda değil.
Yazmaya devam edeceğim, beni izleyin anacığım (Olacak O Kadar Televizyonu'nun ilk günlerindeki Oya Başar tonlamasıyla).